13 Eylül 2009 Pazar

Oyuncaklarla oynamanın dayanılmaz zevki


Gitmem gereken 100 km kadar yol, yapmam gereken bir sürü iş var. Ev kirasını vermek, faturaları ödemek, yeni ders yılında da akademik kadroda (tabii yine asistan sıfatımla) bulunabilmek için dilekçe yazıp bölüm başkanlığına iletmem lazım. Uzakta bulunan kız arkadaşıma pasaportunu yenilemesi için öğrenci belgesi alıp faxlamam lazım. Ancak aksi gibi yola çıkmadan önceki akşam hiç uykum yok. Nedeni belli, mübarek ayda oruç tutamadığım için kendimi kemirip durmuştum, 2 gün olsun tutayım dedim. Rabbim desteğini esirgemedi sorunsuz bir şekilde 2 gün orucumu tuttum. Ancak sahura kadar uyumayıp sahuru yapıp öyle uyuduğum için bünye alıştı 4'e kadar uyku tutmuyor beni. Kıvranıp durdum uyuyamadım, 5'te işe gitmek için babamı telefonunun çalar saati uyardı, tam dalar gibi olmuştum silkindim. 6'da annemin çalar saati çaldı gene uyandım, zar zor yine daldım. 8'de bu sefer iş yerinden annemin telefonuyla uyandım.


Yerimden sıçramamla ağzımdan acı bir tat gelmesi bir oldu, kusmuğumu son anda zaptettim, inşallah reflü değildir diye düşündüm. Kalktım 8'de uzun yola gideceğim ama benim oğlanın (arabamın) servisi gelmiş değil 100 km gitmek servise gidebileceğine dair derin şüphe içerisindeyim. Kız kardeşim muzip bir şekilde gülümseyip oyuncağının anahtarını uzatıyor. "Al bunu git işlerini yap yarın dön, rahat bir şekilde gider gelirsin hem" diyor. Kahvaltımı yapıp ilk Türk kahvemi yudumladıktan sonra yola koyuluyorum. Uyur gezer moddayım, afyonum patlamamış gene de sorunsuz bir şekilde gidiyorum oyuncakla, tüm işlerim de kısa zamanda bitiyor oyuncağa benzin alıp gidiyorum kirada kaldığım evime. (Tek sorun yoldayken bir kez daha ağzıma o garip akıntıdan geliyor).Annem son geldiğinde sağlam temizlik yapmış, 3G sayesinde nete balkondan bağlanmak ayrı keyif. Abur cuburla midemi doldurup gece 2 gibi yatıyorum. Kalkıyorum öğlen 1 olmuş bile saat. Hafif bir kahvaltı derken eve dönmek için oyuncağa biniyorum.


Öncesinde onun 1.5 katı uzunlukta ve ağırlıkta pick-up kullanmış birisi olarak diyorum ki, oyuncak şahane gerisi bahane. Şehir içinde en olmadık durumlardan bile beni alnımın akıyla çıkarmasını bildiği gibi, otomatik şanzımanıyla son derece konforlu, sunduğu donanımla son derce cazip, sportiflik yaratan 1.3 lt'lik motoru son derece çevik (ki yolda 120 km/s hızla giden Mercedes C Serisini solladım içindekiler de dönüp tuhaf tuhaf baktı) bir o kadar da ekonomik. 100 km'de ortalama 4.5-4.8 lt civarı yakar demişlerdi ablama aracı aldığında ama 90 km/s sabit hızla gitmek şartmış. Ben şehirçi şehirdışı karma kullandım, yer yer 130 km/s hıza ulaştım, bir kaç trafik ışığında durdum ama çok zorlamama rağmen kendisi 5 lt civarında bir yakıt tüketti. Böylece ne yaparsam yapayım 10 lt'nin altına inmeyen pick-up'tan daha bir nefret ettim.


Sözün özü Suzuki Swift, ataklığı, gürültüsüz ve titreşimsiz çalışan 1.3 lt'lik ekonomik motoru, şık tasarımı, makul fiyatıyla, otomatik viteste de yeterli performansı sunmasıyla yeni araba almak isteyenler için cazip bir seçenek. Özellikle kalabalık şehir trafiği için bire bir. Kız arabası diyenlere de kanmayın işte böyle siyahını alınca gayet de maskülen oluyor kendisi.


Sonsöz: Japonlar bu işi biliyor kardeşim. Babamın bir arkadaşı anlatmıştı. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Japonlar ekonomilerini düzeltmek için oto üretimine başlama kararı veriyorlar. 1950 yılında Almanlarla iletişime geçip onların engin deneyimlerinden yararlanmak istiyorlar. (Herhalde Vosvos'u sormuşlardır :P) Almanlar da küçümseyici bir tavırla bunlara saç teli kalınlığında bir metal gönderip aynısından üretmelerini istiyorlar yapabiliyorlarsa tabii. Japonların yanıtı sert oluyor. Metali (evet saç teli kalınlığındaki metali) delerek geri gönderiyorlar. Bu da Almanlar'a kapak oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder